28 Ağustos 2010; 03:25’te İstanbul Atatürk Havaalanı’ndan kalkan uçağımız 05:25’te İsviçre Basel Euro Havaalanı’na indi. Yağmurlu, soğuk ve karanlık bir sabah. Kiralık arabayı alabileceğimiz saate kadar havaalanı içindeki banklarda uyumaya karar verdik. Tuna, hem ulaşım, hem de konaklama ihtiyacımızı görmesi için ‘station wagon’ kiralamıştı. Bu araçla ülkeyi bir baştan öbür başa geçip dağa ulaşacağız.
Arabayı alır almaz önce Bern’e yollandık. İsviçre’nin otobanları çok geniş olmamakla beraber parasız ve düzenli. Yol boyu yağmur bizimle birlikteydi ama Bern’i geçip Vevey’e yaklaşınca hava biraz açtı. Vevey, göl kıyısında şirin bir kasaba; gölün diğer yakası Fransa ve iki ülke arasında yandan çarklı vapurlar ile seferler yapılıyor. Çarşısında bir çok Türk kebap dükkanına rastlamak mümkün. Fiyatlar İstanbul fiyatlarıyla hemen hemen aynı ve bir çok Türk markası bulunabiliyor.
İsviçre’de musluklardan akan su içildiğinden Fribourg’a gelince bir yapı markete girip kendimize 5 litrelik bidon satın aldık. Çünkü şişe su çok pahalı.
Fribourg’dan sonra Martigny, Susten ve Sion üzerinden nihayet Zermatt’a ulaştık. Matterhorn’un bulunduğu Zermatt kasabası benzinli araçtan arındırılmış bir bölge. Bu nedenle Zermatt’a ulaşmak için bir önceki kasaba olan Tasch’ten tren ile devam etmek gerekiyor.
Tasch’e vardığımızda saat 18:00’di. Aracımızı kasaba girişindeki boş araziye çektik. Anlam veremediğimiz, son derece soğuk bir havada ilk akşam yemeğimizi yaptık ve aracımızın arkasındaki tulumlarımıza girdik.
29 Ağustos 2010; Arabada uyuduğumuz ilk gece sonrası hala buz gibi olan havada kahvaltı edip 10:00 gibi Zermatt trenine biniyoruz.
Zermatt tren istasyonundan biraz ilerlediğimizde Matterhorn bize “hoş geldiniz!” deyip zirvesini gösterdi. İşte onbeş günlük Alpler maceramız şu anda başladı. Dağcılık ve kayak malzemeleri satan bir sürü mağaza var Zermatt’ta. Bazılarına girip birkaç şey satın aldıktan sonra teleferik istasyonuna gittik. 2.600 metre civarına dik bir teleferik hattı ile çıktıktan sonra kamp yükü ile 2-3 saatte 3.260 metredeki Hörnli Hütte’ye (dağ evi) vardık. Kamp alanına çadırımızı kurduk ve dağdan inenler ile sohbet ettik. O gün hiç kimse zirve yapamamış, onlarla beraber bizimde moralimiz bozuldu. Birkaç gün önce yağan kar rotayı oldukça zora sokmuş, rotanın son yüz metresi oldukça büyük risk altındaymış.
Sabah saat 05:00 gibi tırmanışa başlamak istediğimizden akşam yemeğinin ardından tulumlarımıza girdik.
30 Ağustos 2010; 04:00’te alarmın sesine uyandığımızda dışarıda kar yağıyordu. Matterhorn bize sürprizini hazırlamıştı. İlerleyen saatlerde kar şiddetlenerek fırtanaya dönüştü. Havanın ancak 4-5 gün sonra açacağı, bu süre boyunca tırmanışa müsait olmayacağı açıklandı. Kamp alanındaki ve dağ evindeki herkes toplanıp aşağıya dönmeye başlayınca biz de havanın yarın açmayacağına ikna olup saat 13:00’te teleferik hattına gitmek için fırtına altında yola çıktık.
Ana hedefimiz olan Matterhorn’u, tırmanmaya bile başlamadan ertelemek zorunda kalmıştık. Onbeş günü Alpler’e ayırmanın çok doğru olduğunu böylece anlamış oluyoruz. Zermatt’a dönünce Mont Blanc yöresinin hava durumuna baktık, gayet iyi görünüyordu. Planımızın ikinci adımı olan Mont Blanc tırmanışını öne çekmeye karar verince biraz moralimiz düzeldi. Bulunduğumuz yerden Chamonix’ye geçmemiz yalnız 2-3 saatimizi aldı. Kasabanın girişindeki ücretsiz otoparkta aracımızın yanında yemek yedikten sonra bagajdaki tulumlara girip günü bitirdik.
31 Ağustos 2010; Her sabah bıkmadan usanmadan yediğimiz sosisli yumurtaların ardından Chamonix kasabasının merkezinde dağ alışverişimizi yaptık. Buradaki mağazalar biraz daha ucuz gibi, yetersiz olacağını düşündüğümüz eldivenlerin yerine yeni eldivenler aldık ikimiz de.
Oldukça ilgili ve güler yüzlü olan turizm bürosu ve rehberlik ofisi çalışanları bize istediğimiz her bilgiyi oldukça detaylı bir biçimde verdiler. Yine bir aksilikle karşı karşıyayız: Mont Blanc dişli treninin son istayonunda çalışma varmış. Bir istasyon önce inmemiz ve fazladan bir saat yürümemiz gerekecek.
Arabamızla dişli trene bineceğimiz, Saint Garves’e gittik. Diğer trene daha bir saat zamanımız olduğundan hem evimiz, hem mutfağımız olan arabamızda öğlen yemeğimizi yedik. Tren yanımızdan geçerken tanıdık bir yüz camdan bize el sallıyordu: Sönmez Erkaya ve Hollanda’dan gelmiş olan Ömer ağabey.
Mont Lachat istasyonunda inip kamp yükümüzle toplam iki buçuk saatte birinci dağ evi Tette Rousse’a vardık. 3.167 metredeki dağ evinin manzarası muhteşem. Akşam yemeğinde dört Türk, Türkçe sohbet etmenin rahatlığını yaşıyoruz. İki ekip de ikinci dağ evini pas geçip zirveye ulaşmayı planlamış.
Yatmadan zirve çantalarını toplamaya karar verdik ve ikinci aksiliğin de o anda farkına vardık: Yiyecek paketlerimizden birisini arabada unutmuşuz. Yiyeceklerimizin neredeyse yarısı yok. Mecburen var olanları paylaşıp çantaları kapattık, tulumlarımıza çekildik.
01 Eylül 2010; 04.15’te yola çıktık. Önümüzde dik bir parkur ve bu parkurun sonunda da ikinci dağ evi “Refuge de Gouter” var. Diğer ekipler saat 02:00 gibi yola çıkmış, tüm ışıklar bir biri ardına dizilmişti. Onlar yolu neredeyse yarılamışlardı. Kalabalıkla hareket etmek zorunda olmadığımız için şanslıydık.
Hava aydınlandığında 3.860 metredeki Refuge de Gouter dağ evine varmıştık. Yaklaşık iki saat kırkbeş dakika sürmüştü. Sönmezler gitmiştir diye düşünüyorduk ki dağ evinin girişinde karşılaştık. Hızlı çıkmıştık. Yarım saat kadar dağ evinin içinde iyice dinlendik. Artık kazma krampon kuşanıp ip birliğine girme vakti gelmişti, uzun ve karlı bölüme ilk adım burası. Önümüzdekilerin zik zak çizerek tırmandığı yerin sonunda zirveyi görüyor olduğumuzu düşünmüştük ama dik bir kar etabının ardından düzlüğe ulaştığımızda zirve sandığımız yükseltinin ardında asıl zirveyi gördük. Bir bu kadar daha yolumuz varmış ve rotanın bu bölümü neredeyse hep sırt hattından ilerliyor.
İlk sırttan aşağı inip zirve sırtına çıkmadan önce, aradaki Refuge Bivouac Vallot (4.362 m) bivak kulubesine girdik. İnce giyindiğimizden buraya kadar oldukça üşüdük. Soldan vuran rüzgar bizi epey düşündürüyor ama yapacak birşey yok. Bir saat kadar kulübede kalıp zirveye kadar inip inip çıkan sırt hattına girdik.
İkinci dağ evinden itibaren altı saatte zirveye ulaştık. Fotoğraflarımızı çekip dönüşe geçtik. Uzun ve yıpratıcı bir zirve yolu varmış. 3-4 saatte yeniden Refuge de Gouter’e döndük.
Dağ evleri çok pahalı ama gece kalma ve sabah kahvaltısı satın almaya mecburuz. Yemek odasındaki masalarda yatınca biraz daha ucuz oluyor diye orada kalacaktık ama akşam yemeği sonrası dağ evindeki görevli çocuk, yukarıdaki boş yataklarda ekstra para vermeden kalabileceğimizi söyleyince o yorgunluğun üzerine çok iyi geldi doğrusu.
2 Eylül 2010; Sabah 08.00’de kalkıp birinci dağ evindeki çadırlarımızla buluştuk ve çadırları topladıktan sonra dört Türk, sohbet ederek tren istasyonuna indik. Tren ile Saint Gervas’a geri dönüp arabayla Chamonix’ye geçtik. Güzel bir akşam yemeğini hak etmiştik. Hemen market alışverişi yapıp Chamonix’nin girişindeki otoparka arabamızı park ettik. Kutlama menüsü et yemeğiydi.
3 Eylül 2010; Ertesi sabah uykunun tanıdı çıkardık. Matterhorn’a gitmeden dinlenmeliydik. Kahvaltı sonrası girişi hemen yanı başımızda olan İtalya’ya geçmeye karar verdik. 11 km.lik Mont Blanc Tüneli’ni geçip İtalya’ya varmamızla sıcaklığın değişmesi bir oldu. Torino’ya gitmeye karar vermiştik, akşam saatlerinde vardığımız Torino’da sokak sokak gezip gece yarısı ayrıldık. Kısa şehir turunda Torino’nun görülmeye değer tarihi binalarını ve sokaklarını, hareketli gece hayatını yudumladık. Şehir merkezinin girişi ise bize pek de güvenli gelmedi.
Buraya gelene kadar birçok otobandan geçmiştik ama ilk defa İtalya tarafında para ödedik. Geceyi bir benzinlikte, arabamızda geçirip ertesi sabah Chamonix’ye geri döndük.
4 Eylül 2010; Chamonix’de ilk yaptığımız bir internet kafe bulup Matterhorn’daki hava durumuna bakmak oldu. Zermatt’ta hava iki gün sonra bozacakmış. Bugünü saymaz isek tırmanış için sadece iki günümüz vardı ve bu bizim son şansımızdı, 3-4 gün iyi hava umuyorduk. Alplerde son kararı meteorolojinin söylediğini iyice öğrenmiş olduk. Bütün planlarımız bir anda değişip hızlandı. İtalya’dan yeni gelmiştik, şu anda Fransa’daydık ve birazdan İsviçre’de olmalıydık. Hatta hızla 3.260 metredeki dağ evine ulaşmalıydık, yarın Matterhorn’u yeniden deneyeceğiz. Bayağı baş döndürücü bir hız bu… Daha Mont Blanc yorgunluğunu bile atmamıştık. Planladığımız gibi yıldırım hızıyla Tasch’a geldik. Çantalarımızı hazırladık, aracımızı tren garı’na park ettik, saat 18:00-19:00 gibi Zermatt’a bilet alacaktık ki son teleferiğin çoktan gittiğini öğrendik. Hızla geldik ama yavaş bir biçimde yeniden kampa döndük. Parkta çalan müziğin eşliğinde güzel bir uyku uyuduk.
5 Eylül 2010; Sabah ilk tren ile Zermatt’a ulaştık ve oradan ilk teleferik ile dağ evine çıkan patikaya çıktık. Bu sefer 1 saat 40 dk.da dağ evine ulaştık. Hava durumu tahminlerine göre içinde bulunduğumuz gün ve bir sonraki gün iyi görünüyordu, ama sonra hava patlayacaktı. Dağ evinde oyalanmadan 4.000 m.deki bivak kulubesi Solvay Hut’a kadar yükselmeliydik. Yorucu ve hızlı olacaktı ama son şansımızı denemek istiyorduk. Mont Blanc’da iyi aklimatize olmuştuk. Dağ evinde yemek yiyecek kadar durup tırmanışa başladık, dağ evine iki kez gittiğimiz için en azından rotanın bir kısmına hakimdik. Dağdan inen tüm ekipleri inceliyor, nereden indiklerine dikkat ediyorduk. Hava açıktı yüzeylerde hiç kar yoktu. Matterhorn’da neredeyse hiç patika yok, sadece kayaların üzerindeki izler size yolu söyleyebiliyor. Gelen ekipleri de görüyor olduğumuzdan yolumuzu hiç şaşırmadan bivak kulübesinin altına kadar, ip açmadan geldik. Son yüz metreyi bivak kulübesine kadar ipli tırmandık. Solvay Hut’un hemen altında boltlu bir tırmanış etabı vardı. Bittiğinde kartal yuvası gibi bir yer olan bivak kulübesine giriyorsunuz. Buraya gelmemiz 4-5 saat arası sürmüştü. Matterhorn’daki tırmanışların yüzde 90’ı rehberlerle ve iki kişilik tırmanış grupları biçiminde yapılıyor. Rehberler rotayı ezbere bildiklerinden toplamda 10 ila 12 saat arasında tırmanışı bitiriyorlar. Gece 3-4 gibi çıkıp öğlen gibi tırmanışlarını bitirmiş oluyorlar. Bizim gibi ekipler hemen hiç yok.
Solvay’da bir masa ve yanında bir tabure, teknik malzeme asmak için askılık, bir ranza, içi sünger bir yatak, üzerinde onlarca battaniye var. Son olarak da arkada küçük bir tuvalet var. Son derece kullanışlı bir kartal yuvası burası… Oraya vardığımızda içeride bir tane İtalyan dağcı vardı, arkadaşları hala zirveden iniyorlarmış. Biz de biraz yemek yedik. Çok geçmedi İtalyanların sayısı dört oldu. Yalnız bir İtalyan çok sessiz ama dördü inanın dayanılmaz oluyor. Üst ranzayı biz alıp bir battaniyeyi altımıza üçünü de üstümüze serdik, Tuna ile sırt sırta uyumaya çalıştık. Gece bir omuz darbesiyle soğuk havada bir dağcı girdi kulübeye. Kramponlu ve tam donanımlıydı. Etrafı ışıkla tarayıp dışarı çıktı, biraz sonra dört kişi oldular. Zirveden dönmeleri ancak geceyi bulmuş. Hep birlikte arkadaki küçük odaya geçtiler. Daha sonra da orta yaşlarda iki İtalyan ile bivak kulübesi nüfusu tamamlanmış oldu.
6 Eylül 2010; Sabah 7:30’da bivak kulubesinden zirve için yola çıktık. Hemen kulübenin çıkışında expresleri boltlara takıp ipli tırmanışa başladık. Bundan sonrası sürekli ip emniyeti, boşluklu tırmanışlar ve kılçık geçişleriyle doluydu.
Hava tüm gece rüzgarlıydı, yükseldikçe rüzgarın şiddeti de artıyordu. Bir de kar yağışı başlamıştı. Biz çıkalı çok olmamıştı, rehberlerin dönüşe geçtiğini gördük. Rehberler olabildiğince toleranssız davranıyorlardı. Karşılıklı geçişler bazen sorun oluyordu. Ekipler geçişlerde birbirlerini beklemek zorunda kalabiliyordu. Kramponlarımızı kuşanmıştık artık. Kar ve mix tırmanış başlamıştı. Sonra fırtına iyice şiddetlendi. Artık zirvenin altındaki en dik etaba gelmiştik. Buradan sonra zirve sırtına çıkan karlı etaba girecektik. Kalın halatlarla sabitlenen etabın sonuna yaklaşmıştık artık. Halatları tutup kendimizi çekerek ilerlemeye başladık. Zemine yeni yağan kar ayakkabılarımızın tutunmasını zorlaştırıyordu. Kim bilir sırt nasıl olacaktı, tahmin bile etmek istemiyorduk. Önümüzdeki iki rehberli bayanın bulunduğu ekip fırtınadan dolayı birden geri çekildi. Biz de artık bundan sonrasının riskli olacağına karar verip inişe geçmeye başladık. Zirveye 100 metre kalmıştı rehberlere sorduğumuzda da ‘30-45 dakika arası bir yol var’ demişlerdi. Ama fırtına sağa, sola savurmaya başlamıştı. Ekiplerin çoğu rehberli olduğundan dağı terk etmeleri çok hızlı oldu. Biz ise her aşamayı ip emniyetiyle ağır ağır iniyorduk. Bazen hızlı olsun diye Tuna’ya emniyet aldıktan sonra ben emniyetsiz peşinden iniyordum. Nihayet Solvay’e ulaştık. En riskli bölgeyi geçmiştik. Önümüzde uzun bir iniş ve gece olmasına rağmen rahatlamıştık… Saatimiz 6:30’u gösteriyordu. Bivak kulübesinde 30 dk. soluklanıp birşeyler yedik.
Ertesi günlerin iyi olacağını bilsek burada kalabilirdik. Ama ne yazık ki kötü havanında 2-3 gün sürmesi bekleniyordu. Hava gece yarısından sonra patlayacaktı ve biz bu olmadan aşağıda, dağ evinde olmalıydık. Kötü hava kar, sis ve soğuk şeklinde kendisini gösteriyordu. Piramit şeklindeki bu dağ, o zaman tam bir bilinmez olacaktı bizim için. Bivak kulübesinin balkonundan ip inişimiz başladı. Gideceğimiz yol çok açık ve netti. Kar yağışı yukarıdaki kadar değildi, henüz zemin kar tutmamıştı. İlk iki saat her şey yolundaydı. Saat 21:00 civarında hava karardı, sis çöktü ve kar yağışı başladı. Artık geldiğimiz rotayı iniyor olduğumuzdan emin değildik. Ama bundan sonra hiç ip inişi olmadığından emindik. Bir kayanın üzerine geldiğimizde bir sikke emniyeti gördük, ilerisi uçurum, aşağısı da belirsizdi. Kafa lambasının ışığında ve sisler içinde görebildiğimiz kadarıyla 30 metrelik ipimiz yere değiyordu. Karanlık sisli boşluğa doğru önce Tuna arkasından ben inişimizi yaptık. Tek bildiğimiz bizim buradan gelmediğimizdi. Ama birileri buradan geçmişti. Yavaş yavaş ıslanmaya başlayan ipimizi toplayıp devam ettik. Saatimiz gece 23:00 civarıydı sanırım. İp birliğinde dinamik emniyet alarak hızla ilerledik. Sol tarafımız kuzey duvarı, sağ yanımız çağlayan buzullar. En azından biz gece sis ve karanlıkta öyle sanıyorduk. Hangisine daha çok yaklaştık pek emin değiliz ama buzulun altındaki çağlayanın sesinden yakınlarımızda olduğunu anlıyorduk.
Sonra karşımıza küçük bir mağaranın üstünden alınmış bir emniyet istasyonu daha çıktı. Önce Tuna, sonra ben yine aşağıdaki uçurum karanlığına kaydık. Görebildiğimiz kadarıyla ilerlediğimiz alanlar daralmaya başladı. Kafa lambam ile baktığım aşağılar artık görünmüyor, buzul daha gür çağıldıyordu. Saatimiz artık 02:00’yi gösterirken Tuna’ya bivak yapmayı önerdim. Emniyetimizi alıp Tuna’nın iki kişilik bivağına girdik. Benim bivağıma çantaları koyup onları da emniyete düğümledik. Matımı altımıza serip ipi de yaslanacağımız kayaya koyduk. Bivak alanımız iki kişinin dizlerini kırıp oturacağı kadar bir alandı ve tamamen açıktı. Biraz da aşağı doğru eğimliydi. Gece sürekli kar yağdı. Ben en çok 20-30 dk. uyumuş olabilirim. Tuna ise her koşulda horul horul uyuyabiliyordu.
7 Eylül 2010; Hava ağır ağır aydınlanıyordu. Saat 07:00 gibi bivaktan çıkıp bu dağdan inmek istedik. Gün ışığında görüş mesafemiz biraz daha iyiydi ve çok sağa kaydığımızı hemen anlamıştık. Yine ip birliğinde hızlıca kuzey duvarındaki kulelere doğru yöneldik.
Karşıda taş babaları gördüğümüzde çok umutlanmıştık. Sabaha kadar yağan karda her yer bembeyaz olmuştu. Ama burasının bizim tırmanırken geçtiğimiz bir yer olduğundan artık emindik. Aşağı giden patikamsı bir yer ile solumuzdaki ip iniş istasyonu arasında seçimi Tuna yaptı. İp inişini seçip inişine başladı. Ben hemen arkasından takip edip aşağı indim. Hemen ipi topladık. Solda bol perlon ve yardımcı ipli bir istasyon dik bir kaya duvarı inişi vardı. Tuna burayı pek beğenmedi zaten buradan da gelmemiştik. Yukarıdaki patika daha iyi diye düşünüp iple iniş yaptığımız yeri tekrar çıktık. Bileklere kadar yağan kar bize inişte kayaların üzerinde baya kolaylık sağlıyordu. Ayağımızın altında yığılıyor bize zemin sağlıyordu. Dinamik emniyetle aşağı doğru hızlıca iniyorduk. Bir yere kadar geldik ama umutlarımız gene boşa çıktı. Dibi görünmeyen uçuruma gelmiştik. Yanlış yere inersek buzullara inecektik ve çıkmamız belki günlerce sürecekti, belki de başaramazdık. Hiç düşünmeden hızlıca yukarı tırmandık. Saat sabah 09.00’ı gösterdiğinde biz bivak yerimizden bile daha da yüksekteydik. Tek seçeneğimiz biraz önce çok doğru bulmadığımız iki ip iniş hattını kullanmaktı. Ben ikinci ip iniş yerinden dağcıların indiğini aşağıdan dağ evinden görmüştüm. Burası doğru yer olabilirdi. Yukarıdan iniş yaparken karın üzerini yavaş yavaş kapattığı babaları da görmüştük. Bir kulenin yanından aşağıya inen babaları takip edip ip inişi ile sola doğru başka bir kuleye doğru geçtik. Bundan sonra birbirimize bağlı şekilde ilerledik. Artık her yer daha tanıdık geliyordu. Ne kahvaltı etmiştik, ne de durup birşeyler atıştırdık. Saat 02:00’yi gösteriyordu. Kar akşamdan beri hala devam ediyordu. Bir yan geçişe geldik, her ikimiz de burayı çok net hatırlamıştık. İleride bir kaya babası görünüyor ve sonrası kule arkasına devam ediyordu. Umutlarımız artmaya başlamıştı. Sis sabahki gibiydi ama kar daha iri taneli yağmaya başlamıştı. Normalde iniş sırasında dağ evini sürekli görüyorsunuz. Hava bir açsa yönümüzü belirleyip çok rahat inebileceğiz. Geldiğimiz rotayı takip edebilsek yeterli aslında ama dışına çıktığımız anda her yer muammaya dönüşüyordu.
Her yanlış inişimiz bize çok zaman kaybettiriyordu, bu yüzden iyice emin olmadan hareket etmek istemiyorduk. Bir sağa, bir sola, bir aşağı bakıyoruz, döne döne, yok yok yok… Tuna “bir de sen aşağı in, bak” dedi. Tuna’nın emniyetinde uçurumlara sarkıp aşağılara bakındım. Sisin içinde, aşağılarda bir perlon görüp umutlandım. Önce ben indim. Bir bolttan kurduğumuz istasyonla önce fazla eğimli olmayan iki kayanın ortasına doğru aktım. Asıl uçurum biraz daha aşağıdaydı. İpimiz yetecek miydi? Yine başka bir bilinmezdi. Solda bir bolt görmüştüm, biraz sağa kayıp buradan bir istasyon ile aşağıdaki dik etabı inebilirdik. Tuna da yanıma geldi.
Bir gün daha akşama dönüyordu. Hiç vakit kaybetmememiz gerekiyordu. Tamamen ıslanmıştık. Bir gün daha bivak yapmamız gerekse, çok eziyet çekeceğimiz kesindi.
Duvardan aşağı inip soldaki perlona doğru biraz yan geçiş yapmam ama pandül yememem gerekiyordu. Nihayet perlonun yanındaki kaya babasına vardım. Karın kapattığı zeminde bir sağa, bir sola gidip bir işaret, tanıdık bir şeyler bulmaya çalıştım. Tuna yanıma geldiğinde birbirimize bakıp bulmacanın sonuna geldiğimizi ama son bölümü çözemediğimizi konuştuk. Nihayet iki dakikalığına da olsa hava biraz açtı ve dağ evini gördük. Sonra yine sis … Önümüzde aşağısı görünmeyen dik bir kaya etabı vardı, baya uzun olmalıydı. Yoksa sis mi öyle gösteriyordu bilemedim. Tuna biraz altımızda bir sikke istasyonu gördü. Önce oraya inmeli, sonra da oradan aşağıdaki belirsiz boşluğa devam etmeliydik… Yanımızda perlondan başka emniyet alabileceğimiz malzememiz de yoktu. Bulunduğumuz yerden bir kaya babasına perlonumuzu geçirip emniyet istasyonu kurduk. İpin altına doğru değil de soldaki sikke istasyonuna gitmem gerekiyordu. Pandül yememek için elimi kayalardan bırakmadan oraya vardım. İstasyondayım. Ancak bir kişinin ayakta durabileceği bir alan var burada. Aşağıları tararkan bu sefer 3-4 metre altımda yeni bir sikke istasyonu gördüm ve aşağı indim. İstasyona kendimi sabitleyip Tuna’nın inmesini bekledim. Tuna da gelince ipi çekip buradan bir iniş istasyonu daha kurduk. İpi kaç kere sarıp açtığımızı artık hatırlayamaz olmuştuk. Dere yatağı yaklaşık 25 metre mesafede gibi duruyordu. Bu son ip inişimizdi, en azından öyle umuyorduk. Son bir kulemiz vardı onunda altından geçip patikası olan tek yere girecektik. İp inişimizi tamamlayıp babaların bulunduğu patikaya girdik. Dağ evi hemen karşımızda duruyordu. Artık inmiştik sanırım. İnanılmaz coşkuluyduk. Matterhorn gene bir süpriz çıkarır mıydı acaba? Sabah 07.00’den beri midelerimiz 1-2 enerji jeli dışında birşey görmemişti.
Eldivenler ıslanıp ağırlaşsada pek umursamıyorduk. Patikayı bitirip rotadan çıkacağımız yere ulaştık. Rotanın çıkışı 30 metre zik zak şeklinde devam eden kalın halattan yapılma sabit hatlardan oluşuyordu. Nasılsa son ip inişimizdi artık erinmeyip bir iniş istasyonu kurduk. Tam 30 metre ip inişi yapıp ayaklarımızı toprağa bastık. Yani karın altındaki…
Beş dakika ilerimizde, patikanın takip ettiği yolun sonunda dağ evi vardı. İnanması güçlük çekiyorduk. Nasıl çıkmıştık oralardan? Sisin oluşturduğu bir hayal dünyasında ilerlemiştik.
Kar yağışı altında ve sisin içinde, hatta bir bölümü karanlıkta, 33 saatlik Matterhorn inişini güvenli bir şekilde bitirmeyi başarmıştık. Hiç bu kadar sevindiğimi hatırlamıyorum. İlkinde kapısında karla karşılamış ve hemen uğurlamıştı bizi. İkinci seferde de önce kabul etmiş, yukarıya almış; kar, sis ve fırtınayla uğurlamıştı. Kısacası hava açısından bu dağda şansımız hiç gülmemişti. Temmuz ortası ya da Ağustos başında gelmeliymişiz.
Dağ evi terk edilmiş gibi. Merak ediyoruz, içeride birileri var mı? İnsanlar kar ve fırtınadan tuvalete bile gidemezken biz dağdan iniyoruz. Saat akşam üzeri 16:00… Tuna’yla birbirimizi tebrik ediyoruz. Sarılıyoruz… Çok ciddi bir sınav verdik ve birlikte başardık…
Yukarıda kendimize verdiğimiz sözü tutup soğuk bira ile biraz domuz pastırması yiyoruz… Dağ evindeki Belçikalılar bize şaşkın şaşkın bakıyorlar. Neden kahve ya da çay değil de bira içiyoruz???
Hörnli dağ evi’nin sakinleri hiç kibar değiller. Bu fırtınada dağdan inen bizlere biraz daha iyi davranmalarını bekliyoruz. Ama onlar bizi para harcamayı sevmeyen, sevgili dostları dağ rehberlerine para harcamayan kişiler olarak görüyorlar. Üşümemek için yemek salonunda volta atıyorduk. Köşedeki sobanın yanmamasına bir anlam veremiyorduk ama ucuzcu olduğumuzdan sesimizi de fazla çıkaramıyorduk.
Belçikalılar tamamen dağ evinden yiyip içip kalıyorlardı. Bizim durumumuzu anlayıp sobayı yaktırdılar. İçeriden gelen görevli “kalacak mısınız, gidecek misiniz? Karar verin artık” gibi birşeyler söylüyor, çok da öfkeli. Yanık teninden rehberlik yaptığı anlaşılıyor. Dağ evinde taburelerde yatmanın bedeli 15 frank… Koca dağ evinde yatakhanede kalan iki Belçikalı var. Bize battaniye vereceklerini umuyoruz ama “hayır” cevabı alıyoruz. Belçikalılar uzaktan olan biteni seyredip çok kızıyorlar.
Tüm eşyamız yaş. Tuna, kuru bankın üzerine matı serip bivağın içine girip uyumaya çalıştı. Ben ise sabaha kadar eşyalarımı kurutmak için iki kasa odunu yaktım. Burada kalmak dünkü bivaktan daha rahatsızdı gibi geldi bana. Neyse ki sabah oldu. Dünden kalan yiyeceğimizi yerken Belçikalılar bizi kahvaltılarına ortak ettiler.
Hazırlanıp öğlen saatlerinde hep beraber kar yağışı altında inişe geçtik. Belçikalılara iyilik etme sırası bize gelmişti. Önde biz, hep beraber aşağı indik. Zermatt’a vardığımızda bu iki düzgün insana birer bira ısmarladık.
Methini Sönmezler’den öğrendiğimiz bu camping, Tasch’in çıkışında, Atter Menzen isminde bir yerdi. Hayalimiz 12 gündür ıslanmamış tenimizi duşa sokmaktı. 2 gündür sıcak ve uyku görmemiş bedenlerimizi ısıtmak kolay olmadı. Aracımızın arkasında yatacağımız yeri hazırlayıp tulumlarımızı girdik, iki uykusuz günün uykusunu uyuduk…
Aynı akşam Zirve Dağcılık İstanbul Şubesi’nden üç arkadaşımız: Özgür Çapraz, Ayşe Çapraz, İbrahim Akçay, Matterhorn tırmanışı için dağ evine çıkıyorlardı. Bozuk havanın dağılmasının dört gün süreceği söyleniyordu. Bizimkileri uyarmaya çalıştık, ama 3-4 ay önce yapılan bir plandan kolay kolay vazgeçmek istemiyorlardı.
8 Eylül 2010; Bizimkilerin inadı çabuk kırıldı, ertesi sabah kötü havayı yerinde teşhis ettikten sonra dönmeye karar verdiklerini öğrendik. Biz ise bu sırada camping içindeki yeşil alana tüm ıslak eşyalarımızı sermiş bir mezat görüntüsü veriyorduk. Habire duş alıyor, yatıyor kalkıyor yorgunluğumuzu gidermeye çalışıyorduk.
Şimdiki planımız Eiger bölgesine geçmekti. Tuna’nın araştırmasına göre önümüzde kalan kısa sürede Mönch Dağı’na tırmanabilirdik. Akşam arkadaşlarımız Zermatt’tan Tasch’a indi. Biz onları aldığımızda saat 17.00-18.00’i bulmuştu. Eiger’e gitmenin kestirme bir yolu vardı: Arabalı trene binmek. Arabayı trene yükledik, son durakta indik ve Interlagen bölgesi’ne sürdük.
Aslında son durak Grenderwald istasyonu. Eiger’e çıkan tren bu istasyondan kalkıyor. Ama bugün oraya yetişmemiz imkansız. Geceyi göl kenarında, içinde tuvalet ve lavabosu olan bir parkta geçirdik.
9 Eylül 2010; Sabah haritamıza tekrar bakıp Grenderwald kasabasına doğru sürdük. Bu bölgenin doğası bizi çok daha fazla büyüledi. Ve nihayet solumuzda sırasıyla Eiger – Mönch ve Jungfrau zirvelerini gördük. Onlarca dağcının duvarında can verdiği Eiger, ne kadarda naif duruyordu.
Planımız Eiger’e çıkan trene binip yaklaşık 3.400 m.ye çıkmak, kitaba göre 45 dakika sürecek bir yürüyüş ile Mönch tırmanışımızın başlangıcına varmaktı.
Tren Eiger’in altına doğru, ağır ağır tırmanırken aklımızda Alman ve Avusturyalılardan oluşan 5 kişilik ekibin duvardaki mücadelesi geliyor.
İlk tünele geldiğimizde dişli tramvay 5 dakika mola verdi. 5 dakika boyunca Eiger’in kuzey duvarını seyrettik. Burası Toni Kurz’un inişte sıkışan düğümünü donmuş elleriyle açamadığı ve 2 metre yukarıda donarak hayatını kaybettiği yer.
Nihayet ‘Top of Europe’ istasyonuna varıyoruz. Burası Avrupa’nın en yüksek tren istasyonu. 3.452 metre’deki bu istasyondan isterseniz asansör ile en yukarıdaki kayanın başına inşa edilmiş 3.571 metre’deki Sphnix gözlem evine ve alışveriş merkezine çıkıp gezebiliyorsunuz. Sağlı sollu dar yürüme tünellerinden geçip nihayet tünelin ucundaki ışığı görüyoruz.
Gayet güneşli bir gün. 3-5 zirvenin ortasındaki kar platosuna çıkıyoruz. Kitaba göre tünelin ucundan dağ evine 45 dakika yürüme mesafesi varmış. Dağ evinden Mönch için 3 saat çıkış, 2 saat iniş toplam 5 saatte yapılabileceği söyleniyor. Saat 12.15’te tünelden çıktık, akşam son tramvay 17.45’te ve biz son tramvayı yakalamaya çalışacağız. Kar küreme aracının sıyırdığı yoldan ilerliyoruz. Tünelin çıkışından sağa doğru bir sırttan ilerlerseniz Jungfrau zirvesine tırmanabiliyorsunuz. Sol ilerimizde, altına doğru ilerlediğimiz Mönch zirvesi ve onun arkasında kalan Eiger ve ismini bilmediğimiz daha nice dörtbinlik zirveler.
Dağ evine çok az kala, sağa dönüp 100 metre kadar düz gittikten sonra, kaya ve kar karışık bir bölüme girdik. Hava güneşli ve açıktı. Mont Blanc ve Matterhorn da yüzümüze hiç gülmeyen hava, burada hiç olmadığı kadar sevecendi. Rotaya girdikten az sonra krampon ve teknik ekipmanlarımızı kuşandık. İpin bir kısmı İbrahim’in göğsünde sarılı 10 metre sonrası da bende sarılıydı. İlk kaya etabında iple sabit hat kuruyoruz. Sırayla herkes geçtikten sonra bir sonraki kaya etabı biraz daha uzun buraya gelmeden önce aralarda 5-7 metre boşluklar bırakıp ip birliğine giriyoruz. ikinci kaya etabından sonra çok ince, yamaçları dik, zirveye kadar uzanan kılçığa girmeden önceki dik, karlı etabı geçiyoruz. Ekiplerle bu kılçıkta karşılaşmak bazen zor anlar yaşattı bize. İp birliğinde karlı kılçıktan ağır ağır ilerliyoruz. Arada esen rüzgar işimizi hafifte olsa zorlaştırıyor. Karlı bölgelerin arasında öbeklenmiş kaya kılçıkları da ayrı bir zorluk sunuyor bize. Nihayet yan kılçık bitiyor. Oldukça dik bir kar kulvarı var ve bunun her 5-10 metresinde metal kazıklar dikilmiş.
Buralardan emniyet alarak, ip birliğinde, zirveye kadar giden son kılçığa girdik. Rotada karşılaştığımız ekiplerden en kalabalığı bizdik. Sol yanımızda Eiger’in platosu, sağ yanımızda tramvayın tünel çıkışı ağır ağır ilerledik. Zirvede bir kaç kişiyi vardı. İnce kılçığın devam ettiği hattan nihayet zirveye vardık biz de. Sandığımız kadar düz yer yoktu, eğimli ve dar bir alandı burası… Emniyetimizi alıp iplerimizi çok dolaştırmadan fotoğraf çektik. Çıkışımız yaklaşık 2.5 saat sürmüştü. Çok acelemiz olmasına karşın zirvede otuz dakika geçirdik. Zirvede muhteşem bir manzara vardı: Bir yanda Eiger, diğer yanda Jungfrau ve hava o kadar açık ki tam karşıda Matterhorn’u görebiliyorduk, zirvesi hala hafif bulutluydu. Matterhorn’u buradan izlemek son derece keyifliydi.
Geldiğimiz ip birliğinde, ince kılçığa girip ağır ağır ilerledik, o kadar ince ki kazma ya da batonla denge sağlayacak bir alan yok… Yan kılçığı geçip demir kazıkların olduğu, dik kar kulvarına indik… Arkamızda iniş yapan iki Koreli’den birisi oldukça bitkin görünüyordu ve kazması bile yoktu.
İbrahim, önden gidip kılçıktaki kaya bloklarından emniyet alıyordu. Bize doğru bakarken “düşüyor!” diye bağırdı. Kafamı çevirdiğimde Korelilerden birisinin karda kayarak yukarıdan bize doğru geldiğini gördüm. Devam etse kılçığın solundan, kar ve kaya karışık bölümden dibe kadar inecek… Neyse ki kar hızını yavaşlattı. Çok hızlanmadığı için de çakılmış bir demir kazıktan yakalamayı başardı. Onunla beraber biz de rahatladık. Arkadaşının çantasında ip olduğu halde neden ipe girmediklerini anlamamıştık. Kızıp uyarsak da bizim arkamızda, aşağı kadar emanet bir iniş yaptılar.
Bu arada son trene 30 dakikamız kalmıştı ve daha kar aracının sıyırdığı yola bile inmemiştik… Nihayet kar ve kaya etapları bitince, eğim ve beraberinde rota da bitti. İbrahim “herkes kramponları bana versin ve koşsun!” dedi. Çünkü onları çantaya yerleştirecek kadar bile zaman kalmamıştı. Sadece 15 dakikamız vardı. Hep birlikte koşmaya başladık. Sonunda tüneli gördük ve açıktı ama her an kapanabilirdi. Gelirken her yer insanlarla doluydu, son trenin olduğu bu saatlerde ise platoda tek biz kalmıştık. Tünele girerken bir iniş ve çıkış vardı. İbrahim, ben ve Ayşe tünele girmeye artık çok yakınız. Ben Ayşe’nin elini bırakıp son bir sprint atıp tünelin içine giriyorum. Dar yürüyüş tünellerinde koşarak trene ulaşmaya çalışıyorum… ve nihayet tramvaya ulaştım. Herkes oturmuş, herşey hazır, her an hareket edebilirdi. Kuyruğunda bir görevli, işaretini kaldırmak üzere bekliyor. Dağdan indiğim kıyafetlerle, elimde de iki kazma ile kan ter içinde görevliye ‘arkada dört arkadaşımın ulaşmak üzere olduğunu’ anlatmaya çalıştım. Tüm tren bana bakıyordu, neyse ki çok dikkat çekmeden bizimkiler de teker teker geldiler. Kurmak niyetinde olduğumuz dağ maratonu ekibimiz de ilk antrenmanını burada yapmış oldu…
Basel Havaalanı’nda, Mont Blanc’ta zirve yapan Zirve Dağcılık Kulübü’nün diğer üyeleri ile buluştuk. Güzel bir etkinliği tamamlamış olmanın gururu ile ve keyifli sohbet eşliğinde yurda döndük.
Mutlu İnan Akdağ
Tuna Özken